10 Aralık 2012 Pazartesi

Yeşil ekonomiye doğru


Birçok insan 2011 yılını mali çalkantılar, Japonya’daki deprem, tsunami ve nükleer felaket, bazı Avrupa ülkelerinin iflasın eşiğine gelişi, Arap Baharı, Occupy Wall Street hareketi ve İspanyolların Indignados hareketi gibi toplumsal başkaldırıların yılı olarak hatırlayacaktır. Ancak içimizden çok azımız, yine aynı yılı bilim insanlarının gezegenimizde yaşayan 18 000 yeni canlı türü keşfettiği yıl olarak anımsayacaktır. Yok olduğu açıklanan bir canlı türünün adını bilenlerin sayısı ise parmakla sayılacak kadar azdır.
Indian farmer
Indian farmer  Image © EEA/John McConnico
İlk bakışta, tehdit altındaki türlerin akıbeti, ekonomiden tamamen bağımsız gibi görünebilir. Daha yakından incelediğimizde ise bu iki dünya arasındaki bağlantıları görmeye başlarız. Doğal sistemlerin ‘sağlıklı olması’, sosyal ve ekonomik sistemlerimizin de ‘sağlıklı olması’ için şart. Hava ve su kirliliğine maruz kalan ve bununla bağlantılı sağlık sorunları görülen bir toplumun geliştiği söylenebilir mi? Benzer şekilde, büyük bir bölümün işsiz olduğu veya geçinmek için yeterli gelire sahip olmadığı bir toplumun ‘iyi işlediği’ iddia edilebilir mi?
Mevcut bilgi birikimimizdeki boşluklara ve belirsizliklere rağmen, yaşadığımız ortamın değiştiğini fark edebiliyoruz. 10 000 yıldır gezegenimizde kaydedilen göreceli istikrarın ardından, ortalama küresel sıcaklık yükselişe geçti. Avrupa Birliği’nin sera gazı emisyonları azalmasına rağmen, fosil yakıtları nedeniyle topraklarımızın ve okyanuslarımızın soğurabileceğinden çok daha fazla miktarda sera gazı atmosfere salınmaya devam ediyor. İklim değişikliğinin potansiyel etkileri bazı bölgeleri daha fazla etkileyecek, ve bu hassas bölgeler çoğunlukla yeni iklim koşullarına en az hazırlıklı olan ülkeleri kapsıyor.
Bu değişikliğin yönlendirilmesinde ve hızlandırılmasında şüphesiz en büyük etken gezegenimizde yaşayan yedi milyarın üzerindeki insan nüfusudur. Aslında, şu andaki tüketim ve üretim düzeylerimiz, çevre üzerinde o kadar büyük hasara yol açmaktadır ki, gezegenimizin bizler de dahil birçok tür için yaşanamaz bir yer haline gelme riski ile karşı karşıyayız. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu, gelişmiş ülkelerdeki insanların yaşam tarzlarına özeniyor ve bu da doğal sistemlerimiz üzerinde ek bir baskıya yol açıyor.
Küresel biyoçeşitliliğimizi yerküremizin tarihinde daha önce hiç görülmeyen bir hızda kaybediyoruz. Türlerin tükenme oranları, daha önce kaydedilen kayıp hızının 1 000 katına kadar ulaştı. Bu hızlı kaybın en önemli nedenlerinden biri de yaşam ortamlarının, yani habitatların yok olması.
Son birkaç on yıl içerisinde Avrupa’da toplam orman alanlarında görülen artışa rağmen, küresel durum oldukça farklı. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, her yıl yaklaşık 13 milyon hektar ormanlık alanın (yaklaşık Yunanistan’ın yüzölçümüne eşittir) kesildiğini ve hayvancılık, madencilik, çiftçilik veya kent gelişimi vb. gibi diğer kullanım amaçları için dönüştürüldüğünü tahmin ediyor. Tehdit altında olan ekosistemler yalnızca ormanlarla sınırlı kalmıyor. İnsan faaliyetleri nedeniyle birçok doğal habitat risk altında.

Çözüm yolu: kapsamlı yeşil ekonomi

Milyarlarca insanın temel günlük endişesinin sofralarına yemek koyabilmek ve daha iyi bir gelecek umuduyla çocuklarını okula gönderebilmek olduğu dünyamızda kısa vadeli çözümlerden vazgeçmek çoğumuz için neredeyse imkansız. Bunun için, bu insanlara farklı ve daha iyi seçenekler sunmamız gerekiyor.
Ekonomik faaliyetlerimiz için doğal kaynaklara ihtiyacımız var. Ancak, burada ikilem olarak algılanan, doğayı korumak ile ülkeyi kalkındırmak arasındaki seçim aslında son derece yanıltıcıdır. Uzun vadede ekonomik ve sosyal kalkınma ihtiyaçları doğal kaynakların sürdürülebilir şekilde yönetimini gerektiriyor.
2011 yılının sonunda Avrupa Birliği’ndeki her on kişiden biri işsizdi. Bu rakam, gençler arasında her beş kişiden bir kişiye kadar çıkıyordu. İşsizlik, bireyler, aileler ve genel olarak toplum üzerinde ciddi baskılar oluşturur. 2010 yılında AB nüfusunun neredeyse dörtte biri yoksulluk veya sosyal dışlanma riskiyle karşı karşıyaydı. Küresel yoksulluk değerleri ise daha da iç karartıcı.
Mevcut ekonomik modellerimiz sağlıklı bir çevrenin bize sağlayabileceği faydaların birçoğunu göz ardı ediyor. Bir ülkenin kalkınmışlık düzeyinin, yaşam standardının ve diğer ülkelere kıyasla durumunun gösterilmesi için en yaygın kullanılan ekonomik gösterge olan Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) tamamen ekonomik üretim değerine dayanıyor. Hava kirliliği vb. gibi, ekonomik faaliyetler için sosyal ve insani olarak ödediğimiz bedelleri kapsamıyor. Buna karşılık, solunum yolu hastalıklarına tutulan insanlara sunulan sağlık hizmetleri GSMH’ye artı bir katkı olarak hesaplanıyor.
Önümüzdeki temel zorluk, çevreye zarar vermeden ve ayrıca gelecek nesillerin çıkarlarını koruyarak tüm dünya genelinde büyüme gerçekleştirebileceğimiz ve yaşam kalitemizi arttırabilecek ekonomik modelleri nasıl yeniden tasarlayabileceğimizi bulmaktır. Çözüm, ‘yeşil ekonomi’ olarak adlandırılıyor.
Basit bir kavram gibi görünmesine rağmen, bu fikrin gerçeğe dönüştürülmesi çoğu zaman oldukça karmaşıktır. Teknolojik yeniliklerin gerekli olduğu bir gerçek. Ancak, aynı zamanda birçok farklı değişiklik, özellikle de ticaret ve üretimi düzenleme, şehirlerimizi tasarlama, insanları ve malları taşıma ve temel olarak yaşama tarzlarımız üzerinde köklü değişiklikler yapmamız gerekiyor.
Ticari terimlerle açıklamak gerekirse, tüm varlık yaratma alanlarımızda uzun vadeli sürdürülebilirlik sağlamamız gerekiyor. Bu alanlar şunlardır: doğal sermaye, insan sermayesi, sosyal sermaye, üretilen sermaye ve mali sermaye. Yeşil ekonomi kavramı birbirinden farklı, ancak birbiriyle bağlantılı bu sermaye terimleriyle de açıklanabilir.
Kararlarımızın maliyetlerini ve faydalarını değerlendirirken, tüm sermaye stokları üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurmalıyız. Yollara ve fabrikalara yaptığımız yatırım üretim sermayemizi arttırabilir, ancak ormanlarımızı (doğal sermayemizin bir parçasını) yok ediyorsa veya kamu sağlığına (insan sermayesinin bir parçasına) zarar veriyorsa, genel refahımızı tehlikeye atıyoruz demektir.

Önümüzdeki fırsatlar

Yaşam, üretim ve tüketim tarzlarımızı değiştirmemiz aslında bizlere yeni bir fırsatlar dünyasının kapısını aralıyor. İşaretler 2012 size, 1992 yılında Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde düzenlenen Yeryüzü Zirvesi’nden tam 20 yıl sonra bugün nereye ulaştığımıza dair genel bilgiler verecek. Ayrıca, ekonomi ile çevrenin nasıl birbiriyle bağlantılı olduğu ve ekonomimizi neden ‘daha yeşil’ hale getirmemiz gerektiğini vurgulayacak. Önümüzde duran çok geniş fırsatlar arasından birkaç örnek de verecek.
Ne yazık ki, geçiş sürecinin hızlandırılmasına yardımcı olacak veya tüm sıkıntılarımızı giderecek tek bir çözüm bulunmuyor. Atıkların daha verimli yönetilmesi için konulan genel ortak hedeflere rağmen, Grönland’in atık yönetiminin Lüksemburg’daki atık yönetimine kıyasla tamamen farklı bir dizi soruna yanıt bulması gerekiyor.
Zamanlama çok önemli. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz çevresel sorunlara günümüzün teknolojisini kullanarak çözümler geliştirmemiz gerekiyor. Bununla birlikte, çevresel ve teknolojik gelişmelerle artan bilgi ve deneyimimize paralel olarak politika ve kararlarımızın sürekli olarak geliştirilmesi ve uyarlanması gerektiğini de göz önünde bulundurmalıyız. Halihazırda uygulamaya geçirilmiş bir çok sayıda çözüm mevcut. Ve bir o kadarı da hazırlık aşamasında.

Çok şıklı bir soru

Japanese lanternsNihayetinde politika seçenekleri, ticaret seçenekleri ve tüketici seçeneklerini içeren çok şıklı bir soru ile karşı karşıyayız. Bu durumda en iyi seçeneği nasıl seçeceğiz?
Uygun politikaları geliştirmek için ihtiyacımız olan bilgi ve araçlara sahip miyiz? Soruna ‘doğru’ seviyede mi çözüm arıyoruz? Yenilenebilir enerjiye yatırım için ‘doğru’ girişimlere veya pazar işaretlerine sahip miyiz? Satın aldığımız ürünler üzerinde daha yeşil bir alternatife yönelmemize yardımcı olabilecek ‘doğru’ bilgi veya etiketlere sahip miyiz?
Farklı toplumların seçimlerini ‘doğru’ yapmasına yardımcı olabilmemiz için ne bildiğimiz ve bu bilgiyi ne zaman elde ettiğimiz çok önemli. Sonuçta, bizim yeni çözümler üretebilmemizi ve bu çözümleri başkalarıyla paylaşabilmemizi elimizdeki bilgiler sağlayacak.
Profesör Jacqueline McGlade, AÇA Genel Müdürü

Hiç yorum yok: